Share

Özgün İçerik Yazısı'dır Alıntı Yaptığınızda Lütfen Kaynak Gösteriniz!

Roman Nedir Nasıl Yazılır
İnsanların yaşadıkları ya da yaşayabilecekleri olayları, yere, zamana ve şahsa bağlayarak anlatan eserlere roman denir.
*Romanda olaylar geniş ve ayrıntılı olarak anlatılır.
*Ana olay etrafında olaycıklar vardır.
*Şahıs kadrosu geniştir. Karakter çözümlemeleri yapılır.
*Zaman olarak geri dönüşler olur.
*Serim, düğüm, çözüm bölümleri vardır.

Romanlar çeşitli türlere ayrılır;
aa) Akımlarına Göre Romanlar
Romantik, realist, naturalist…
bb) Konularına Göre Romanlar
- Tarihî Roman: Konusunu tarihten alır..
- Töre Romanı: Toplumun yaşayış tarzınıı, geleneklerini, âdetlerini işleyen romandır. Gelenek ve göreneklere dayanır.
- Psikolojik Roman: Ruh çözümlemeleriniin yapıldığı romanlardır. Ruh çözümlerine dayanır.
- Egzotik Roman: Uzak ve yabancı ülkeleerin doğa ve insanlarını anlatan romandır.
- Tezli Roman: Bir görüş veya düşünceyii savunan romandır.
- Polisiye Roman: Detektif hikâyelerinii anlatan romandır.
- Biyografik Roman : Ünlü sanatçı ya daa kişinin hayatını konu edinen romandır. Yazar kendi hayatını anlatıyorsa otobiyografik adını alır.
SORU: Nehir roman (Irmak roman) nedir, bu türe uygun yazan romancılarımız kimlerdir?
SORU: Yığın romanı nedir?
Bir düzyazı türü olan roman, insan ilişkilerini anlatımıdır diyebiliriz. İnsanın yaşadığı Serüvenler, iç dünyasının gerçekliği; insan-insan, insan-mekan, insan-doğa ilişkileri yaşadığı ortamın özellikleri toplumsal olay ya da olgular ekseninde belli insanlık durumları öne çıkarılarak işlenir.
Romanın burjuva toplumunun bir ürünü olduğu, 18. ve 19. yüzyılda gerçek kimliğine kavuştuğu söylense de; burjuva öncesi dönemde, özellikle Ortaçağ ve Rönesans edebiyatında kimi roman örneklerine rastlamaktayız. Romanın ortaya çıkışında söylenceler, destanlar, kahramanlık öyküleri ve masalları ilk kaynak olarak alabiliriz.
Roman sanatının günlük yaşama dönük soyutlayıcı bakışı öncesinde ise söylenceler, mitolojik öyküler, şövalye ve kahramanlık öyküleri, anılardır. Romana ilk elden kaynaklık eden Pikaresk roman anlayışıyla “yeni bir insan tipi” ortaya çıkarılır. Romandaki ana figür olan “tip” dünyaya ve toplumsal yaşama “aşağıdan yukarıya doğru yönelmiş” bir bakışla bakar, bu eksende gezgin bir ruhla yaşar. Sürekli bir dönüşüm içindedir.
İlk başarılı roman örneğini 17. Yüzyılda Miguel de Cervantes (1547-1616) Don Quijote (1605-1615) adlı yapıtıyla verir. 18. yüzyılda, Cervantes’in açtığı gerçekçi yolda, roman sanatının gelişmesinin ilk öncüleri İngiliz romancılar Samuel Richardson (1689-1761) ve Henry Fielding’in (1707-1754) ürünlerine rastlarız. Gerçeğe, tarihe bağlılıkları romanı olaylar dizisi anlatan, kahramana bu bakımdan anlamlar yükleyen bir tür olarak, diğer türlerden ayrıcalıklı bir yere getirir. 18. yüzyıla gelindiğinde romanın etkinlik alanı genişlerken; yaşanmışlık duygusunun ağır bastığı olayların “hikaye” edilmesiyle de yeni bir dönem başlar.
Daniel Defoe’nün (1660-1731) Robinson Crusoe’de (1719) “ıssız ada”ya sığınan insanın serüvenini anlatmasını roman sanatının gelişimine katkı olarak alabiliriz. Roman sanatının “anılar”ın ötesinde bir edebiyat türü olduğunun, belki de altını en iyi çizen, bir romandır. Ayrıca bu tür bir romanın ortaya çıkış koşullarını da ayrıca değerlendirmek gerekecektir. Çünkü bu yüzyıl bilimde, teknoloji ve toplumsal gelişmelerde birçok şeyin önünü açacak olan bir dönemin başlangıcıdır.
Goethe’nin (1749-1832) Faust’unun (1831) bu süreçte çıkmış olması da önemlidir. Aydınlanma düşüncesi, kuşkusuz, romanın gelişimini de etkilemiştir. Bu anlamda Faust yeniçağın simgesi durumundadır. Romantizmin etkin olduğu bu süreçte aydınlanma romanının ilk nüveleri verilmektedir. Diderot (1713-1784) Rameau’nun Yeğeni’ni (1762-63), J. J. Rousseau (1712-1778) Yalnız Gezerin Hayalleri’ni yazar.
Puşkin (1799-1837) Yüzbaşının Kızı, Lermontov (1814-1841) Zamanımızın Bir Kahramanı romanlarıyla; Victor Hugo (1802-1885) roman külliyatıyla yeni dönemin hazırlayıcı yazarlarındandırlar. Romanda bakış açısının kurulması, anlatım biçiminin belirlenmesi, romanın yapısını oluştururken kahraman, çevre, olay ekseninde gelişen bireysel ve toplumsal durumların romanın bu yapısı içinde yer alış biçimi. . . gibi roman sanatına dair sorunlar 19. Yüzyıl romanıyla gündeme gelir, ele alınır.
Roman kuramının asıl oluşma süreci de bu dönemde başlar. Stendhal (1783-1842), Balzac (1799-1850) Flaubert (1821-1880), Turgenyev (1818-1883), Dostoyevski (1821-1881), Tolstoy (1828-1910), Zola (1840-1902), Henry James (1843-1916), Proust (1843-1916) yüzyılın önemli romancıları olarak öne çıkmaktadırlar. 20. yüzyıla gelindiğinde roman sanatı bireyin zaferi olarak algılanır. İnsanlığın tarihinin dönüm noktalarında varolan bir sanat olarak yerini almıştır. Feodalizmin yıkılıp burjuvazinin ortalya çıkışı bir bakıma romanın da tarihini yazıyordur.
Romanın gelişme çizgisi bu eksende yerini bulur. 19. yy. romanı bunun kanıtıdır. Yeni yüzyıl ise roman sanatı adına arayışlar, buluşlar, yenilikler getirir. Yeni anlatım yolları, teknikler denenir. Roman, edebiyat ortamlarında kabul gören bir tür olur. Yenilikçi bir roman anlayışının öncülerine yüzyılın başlarında rastlamaktayız : V. Woolf (1882-1941), J. Joyce (1882-1941), Kafka (1883-1924), W. Faulkner (1897-1962), D. H. Lawrence (1885-1930).
Bir yanıyla yazınsallığı ön plana alan, gerçekçiliğe yeni bir boyut getirerek, romana yeni anlatım olanakları sağlayan Yeni Roman akımının ortaya çıkması, özellikle A. Robbe-Grillet, N. Sarraute, M. Butor, C. Simon gibi yazarların bu akım ekseninde ürün vermeleri; öte yanıyla da G. G. Marquez öncülüğünde Latin Amerika Romanı yüzyılın gündemine şu yazarlarla girer : Miguel Asturias, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa, Julio Cortazar, Jorge Amado, Isabel Allende, Cabrera Infante, Manuel Scorza, Vascancelos, Manuel Puig.
Romancı Kimdir?
Romancı edebiyat ortamıyla beslenen; varoluşunu bu ortamın ve yaşamın gelişme koşullarına göre biçimleyen sanat insanıdır. Yaşam gerçekliğiyle yazı gerçekliğini buluşturmada romanın ne olduğu sorusunu sorarak, sorgulamasını yaparak yola çıkandır da bir bakıma. Kendi roman dünyasını kurmak için bu tür bir hesaplaşmayı yapabilendir, bunu göze alabilen edebiyat insanıdır demeliyiz.
Kuşkusuz bu da romancıyı romanın tarihini bilmeye, okumaya, bunu sorgulamaya itecektir. Bilme ve sorgulama süreci onun için bir nevi “roman okulu” dur. Bu süreç sonrasında da neyi, nasıl yazacağı sorusunu kendisine sorarak yola çıkar. Edindiği birikim, deneyimler önemlidir. Dönemin tarihsel, toplumsal gerçekliğiyle bireyin serüveni bütün boyutlarıyla onun gözlemevindedir.
Romancı, kurduğu roman dünyası ile okura yeni bir evren sunandır. Özgün, yeni; anlamı, boyutu, derinliği olan bir yapıtı ortaya koyandır. Düşündürttüğü kadar yol aldırandır da. Roman yazarının eylemselliği de işte burada yatar. Onun roman/romancı kavrayışı okur katında karşılığını bulduğunda katılım, hatta yeniden yazım süreci başlar. Bu açıdan roman yazarı, bir maestro olmasa da; Adalet Ağaoğlu’nun deyimiyle: “insanı, onun sınıfsal, toplumsal konumu içindeki ilişkilerini, bu ilişkilerin karmaşıklığını ve çelişkilerini kavramak, kavradığını yeni bir yorumla yeniden üretmek; dışarıdan hemen görünmeyen insan gerçekliklerini ışıklandırmak zorunda” olan edebiyat insanıdır.
Romanın Teknik Sorunları
Roman sanatı, bugün geldiği noktada kendi kuramını/teorisini oluşturabilmiş ender edebiyat türlerindendir. Bu da, romanın toplumun dinamiğini yakalayan bir tür olma özelliğini gösterir bize. Bu gelişme çizgisinde, 20 yy. ‘da roman türlerinin zenginliğinden söz edebiliriz: Macera romanı, gezi romanları, aşk romanları, evlilik romanları, aile romanları, oluşum romanları, gelişim romanları, eğitim romanları, sanatçı romanları, devlet romanları, tarihi romanlar, köy romanları, büyükşehir romanları, kasaba romanları, ütopya romanları, anahtar romanlar, kadın hakları romanları, çağ romanları, polisiye romanları, gerilim romanları, bilimkurgu romanları, yığın romanı, belgesel roman, coşumcu roman, gerçekçi roman, yaşamöyküsel roman.
Bu da, ister istemez, roman sanatının teknik sorunlarını hep gündemleştirmiştir. Romanın bilinen öğelerinin; olay ve olgu, tip ve karakter, anlatıcı ve anlatım, içerik ve düşünsel boyut, yer ve zaman gibi kavramların; bu zenginlik içinde farklı anlamsal ve biçimsel yapılara büründüğünü gözleriz. Değişmeyen konumdaki ‘yazar’ın/’romancı’nın işlevi de sorgulanmıştır. “Roman öldü, krizde” gibisinden sözlerin açtığı tartışma boyutun da romanın biçim arayışlarından kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Bir romanın bir tek yazar dışında da yazılabilirliği, bir uç nokta olarak görülse de, gerçekliği güncelliğini korumuştur. Roman sanatının asal sorunlarına gelince; dil, anlatım yöntemleri, tematik yapının kuruluşu, konu(lar); romancının donanımı, kimliği ile roman kuramı ekseninde hep yeni tartışmalar gündemde tutulmuştur.
Dünya romanında “büyülü gerçeklik”, “doğu egzotizmi” gibi kavramlarla yerleştirilmeye çalışılan bakışın roman sanatının giderek dünyanın ortak mirası/dili olma özelliğini (savını) güçlendirecek niteliktedir. Bu anlamda Dünya romanının gelişme seyri, ibresi roman sanatının yeni anlatım olanaklarına her an yöneldiğini göstermektedir. Türsel zenginlik de bunun bir göstergesidir.
ROMANLA İLGİLİ ÇEKİRDEK BİLGİLER
1- Dünya edebiyatında bugünkü anladığımız anlamda ilk roman Don Kişot’tur. (Cervantes, 1547 – 1616 – İspanyol)
2- Türk edebiyatında Roman Tanzimat Edebiyatı (1860) devrinde ve çevirilerle tanıtıldı. İlk çeviri roman : Telemak, çeviren : Yusuf Kamil Paşa (Fransız Fenelon’dan, 1859)
3- Yazılan ilk Türk Romanı Taaşşuk-u Talat ve Fıtnat. Yazan: Şemsettin Sami (1872).
4- İlk defa bir edebi akıma (romantizm) bağlı olarak yazılan, sanatlı bir roman olan roman, İntibah’tır. (N. Kemal)
5- Romantik özellikler içerisinde ilk realist parıltıların görüldüğü (ilk realist Roman) roman: yazılış bakımından Araba Sevdası (1886), Recaizade Mahmut Ekrem; yayınlanışı bakımından Sergüzeşt Sami Paşazade Sezai (1889) Araba sevdasının yayım tarihi : 1895
6- İlk köy romanı (ki uzunca bir hikaye de sayılır) “Kara bibik” Nabizade Nazım.
7- Roman denemesini aşıp, Batı romanları tekniğine ulaşan romanları romancılığımızın babası sayılan Servet-i Fünûn yazarı Halit Ziya Uşaklıgil vermiştir. İlk teknik roman “Mai ve Siyah”tır. Teknik yönden bugün bile aşılamayan romanı ise “Aşk-ı Memnu” dur.
8- İlk psikolojik roman Edebiyat-ı Cedide’nin ikinci romancısı Mehmet Rauf’un yazdığı Eylül’dür. Bu romandan önceki devrede “Zehra” psikolojik yönü güçlü bir romandır ki Nabizade Nazım’ın önemli bir eseridir.
9- İlk tarihî roman”Cezmi” (Namık Kemal)
10- İlk tezli roman ki Kurtuluş Savaşını da ilk defa işleyen bir romandır: Yaban
Not : Yakup Kadrinin hemen her romanında bir tez vardır.
11- Töre romanının en tanınmış örneğini Halide Edip’in “Sinekli Bakkal”ı sayarlar.
12- Reşat Nuri, Küçük memurların ve özellikle öğretmenlerin hayatını, toplumdaki hızlı değişmenin ve yanlış batılılaşmanın doğurduğu sorunları işlemiştir.
13- Ahmet Hamdi Tanpınar, sosyal, toplumsal bilinçaltını (sürrealizm) romanlarında işlemiştir. (Huzur)
14- Dokümanlara dayalı bilimsel gerçekliğe uygun tarihî roman (Devlet Ana) ve köy romanlarını Kemal Tahir yazmıştır.
15- Yukarıdakilerden başka romancı olarak tanınıp sevilenler şunlardır : Refik Halit Karay, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Tarık Buğra, Hüseyin Nihal Atsız…
“Romanda Şiir ve “Yolcu Nereye Gidiyorsun”
Mehmet TÖRENEK
(*) Sâmiha AYVERDİ, Yolcu Nereye Gidiyorsun, İstanbul 1975 (Gözden Geçirilmiş İkinci Baskı) 388 s.
Roman, her şeyden önce bir terkiptir; hayat¬ların, düşüncelerin ifadelerin bir terkibi. Bir değil birden çok hayat vardır romanda. Ro¬mancı eserine vücut verirken yaşadığı toplumdan bir seçme yapar; tanıdığı, şahit olduğu, yaşadığı hayatı ve hayat olaylarını işler. Kendi dü¬şüncelerini başkalarının düşünceleri olarak sunabildiği gibi kendi düşüncesi olarak de eserde aktarabilir. Kısacası romancı bir gözlemci, bir anlatıcı ve bir aktarıcıdır.
Roman ifadelerin de bir terkibidir. Her ne ka¬dar yerleşmiş ifade şekilleri mevcut ise de romancı bütün bunların dışında yeni bir üslupla ortaya çıkabilir. Yahut mevcut ifade imkânların¬dan faydalanarak eserine vücut verebilir. Bütün bu farklılıklar İlk plânda bir fantezi sayılsa da roman türünün sahip olduğu toplayıcılık özelliğinin de ayrı bir yeri vardır.
Çünkü roman insanı anlatır. Romancı insanın yaşadığı toplumu, toplumun içinden seçeceği tip ve figürlerle aktarmaya gayret eder. insan, dolayısıyla toplumda sahip olduğu yer ve mevki itibariyle esere girer. Onu, bulunduğu şartlar içerisinde ele alıp aktarmak sanatta inan¬dırıcılığın en temel sorunudur. Öyleyse roman kişileri bilgileri, kültürleri, ilişkileri, hayâlleri, umutları velhasıl insanî olan bütün özellikleriyle eserde görünürler, görünmektedirler. Bu özel¬liklerden onları soyutlamak mümkün değildir.
Romancı mevcut ifade imkânlarından fayda¬lanabilir dedik. Dolayısıyla romanda, bazen bir tiyatro sahnesi gözümüzde canlandırabilir. Ki¬şiler arası ilişkileri oluşturmada ayrı bir yeri olan mektuplara yer verilebilir. Kahramanın bilgi ve kültürüyle orantılı olarak ilmî ve fikrî konular¬dan bahsedilebilir, pasajlar alınabilir, iktisadî ve sosyal meseleler tartışma konusu olabilir. Mıs¬ralar, beyitler, kıtalar bu terkip içerisinde az çok bir yer işgal edebilir.
Bütün bu söylediklerimiz bizi elbette belli bîr noktaya getirmektedir. Bu da, romanın terkibin¬de faydalanılan bir başka anlatım biçiminin ro¬man içerisinde ne derece bir yer işgal ettiğidir.
Bu düşünceden hareketle biz, şiirin farklı bir tür olarak romanda ne şekilde ele alındığı, ro¬manın yapısı içerisinde ondan ne derece faydalanıldığı konusu üzerinde durmak istedik. An¬cak bunu genel değil de, daha çok, şiirin çokça yer aldığı bir eserde izlemeyi tercih ettik. Bunun için Samiha Ayverdi Hanımefendinin “Yolcu Nereye Gidiyorsun” (*) İsimli romanını, içinde şiirin çokça kullanıldığı bir eser olması dolayısıy¬la ele almayı uygun bulduk.
Şiir hiç şüphesiz en köklü anlatımlardan bi¬ridir. Bizim de şiir kaynağımızın çok zengin bir durumda olması, ister istemez çevremizi kuşat¬mıştır. Millet olarak şiiri sevmiş, sevdiğimiz şiirleri dilden dile asırlar boyu aktarmışız. Bunun içindir ki belli bir kültür birikimine ulaşmış olan herkesin zihninde bir veya birkaç mısra yer etmiştir. Bunları söz arasında söylemek sözlerimi¬ze bir zenginlik katar. Bu da olmazsa bir türkü yahut bir şarkı mırıldanırız. Bunların sözleri de genelde kendi halimizi izaha yarayan ifadelerdir.
Yolcu Nereye Gidiyorsun romanı bir çocuğun daha doğrusu çocukluktan gençliğe doğru yol alan bir şahsın hikâyesi olarak karşımıza çıkar. Romanın zamanla ilgili satırlarla başlaması da bize eserdeki bu değişimin zamanın kazandır¬dığı bir olgunlaşmayı sezdirmesiyle ilgilidir.
Kahraman anlatıcı yani çocuk tarafından an¬latılan bir eserde çocuğu ve çevresini kendi göz¬lem ve değerlendirmeleriyle tanırız. 11 yaşların¬da bir çocuk olarak karşımıza çıkan Adli, Asaf Bey ailesinin üçüncü çocuğudur. İstenmeden doğmuş bir çocuk olması dolayısıyla ne annesi ve babası ne de kardeşleri tarafından sevilir. O, adeta bir kenara itilmiştir. Ancak “altı yaşında okuma yazma” öğrenebilecek kadar zekidir ve “on birinde bir allâme gayreti” gösterebilecek yetenekledir. Bir edebiyat meraklısı olan baba¬sının selamlık odasındaki akşam toplantıların¬dan sonra sabah erkenden bu odayı teftiş etmek, “kâğıt parçalarına yazılıp bırakılmış mısralar, vecizeler, felsefî sözler”i bu’lup saklamak âdeti ve zevkidir.
Babasının bu toplantılarında, onun arkadaşı Cem Bey’in yakın ilgisini görür ve Cem Bey ona bir yönüyle kılavuzluk eder. Okulunda da ba¬şarılı bir öğrencidir. Kendisinden üç yaş büyük olan kardeşinin başarısız ve haşarı bir öğrenci olması nedeniyle tahsilde onu geçer, önce Ga¬latasaray Lisesi’nİ, sonra da Mekteb-i Hukuk’u bitirir. Galatasaray’da okuduğu yıllarda hafta sonları bir gece dayısının evinde kalır. Bu sıra¬larda yeni bir kişi daha bu ailenin nüfusuna ka¬tılır. Bu, Adli’nin sütbabasının kardeşinin kızı¬dır ve onun fakir oluşu düşünülerek babasız ka¬lan bu kızı, yardım maksadıyla Adli’nin anne¬annesi yanına almıştır. Başlangıçta, çelimsiz, za-yıf ve kara kuru bu kız kimsenin dikkatini çek¬mez. Daha doğrusu herkes ona merhametle yak¬laşır. Ancak gençlik yıllarının ateşli çağlarında Adli’nin bu kıza yani Mecbure’ye karşı duydu¬ğu merhamet hissinin bir aşka doğru yöneldiği¬ni görürüz.
Ana hatlarıyla bu kadar tanıtmayı uygun bul¬duğumuz roman kahramanı, yetiştiği ortam iti¬bariyle edebiyata yabancı değildir. Romanın bi¬rinci derecede baş kişisi olması nedeniyle şiirler de onun çevresinde görülecektir.
Yolcu Nereye Gidiyorsun romanın baş kişisi Adli’nin, babası Asaf Bey’in edebiyat toplantı¬larına meraklı olduğunu söyledik. Dolayısıyla romanda yer alan beyit ve dörtlüklerin bir kıs¬mı, Adli’nin bu toplantılar sonrasında kâğıtlar¬da bulduğu şiirlerdir. O, bunları büyük bir “ihtirasla” toplar. Bu kâğıtların içinde, bazen onun çocuk dimağının “çözemediği ağır, dol¬gun mânâlar” olur ve onları da “sırf ses ve ahenk kudretleri bakınından” bir köşeye sak¬lar. Böylece şiir başlangıçta çocukça bir heves olarak karşımıza çıkar.
“Değil feyz-i cedîd ol mey ki içtik aşk deyrinde
Bize ol cür’a mestân-ı Hudâ’dan arta kalmıştır”.
“Şeş cihetten sana yol yok, kimse bulamaz seni
Girdin insan suretine mülkü seyrân eyledin”. (s. 10)
O bunları toplamakta ve ayrıca defterine kay¬detmektedir. İşte bu deftere yazılan beyitlerden biri de şudur:
Aşk ehline âlemde dilârâ mı bulunmaz
Mecnun isen ey dil sana Leylâ mı bulunmaz”. (s.26).
Şiirin bir malzeme olarak seçilmesinin arka¬sında hiç şüphesiz kahramanın içinde yetiştiği kültür ortamının da etkisi vardır. Babasının bu merakının yanı sıra anneannesinin de Nedim’i, Fuzuli’yi çok iyi bildiğini, Yunus’a hayran ol¬duğunu yine ondan öğreniyoruz, (s.12) Böyle mevcut bir ortamın var oluşu şiir sevgisini uyan¬dırmakta, canlandırmaktadır.
Eserde şiirin görüldüğü gibi başka ortam, ba¬basının meclislerinin yansıtılmasıyla karşımıza çıkar. “Bu toplantıların birinci derecede sima¬ları, şâirler, kalem sahipleri, münâkaşacı münevverlerdi.”
ikinci planda ise “hoş sohbetler, sonra ‘Etle deriye büründüm-Âdem olup göründüm1 diye¬bilecek kemâl ve cemâl sahipleri”dir. (s.13) Bu meclislerde o, divan edebiyatım dinler. “Ha-mid’in hayranlarım ve düşmanlarını Servet-İ Fünûncuları ve bilhassa Fikret’in meftunlarını ve muarızlarım” tanıma imkânı bulur. Ancak onun bu topluluk içinde en çok saygı duyduğu ve bağ¬landığı kişi, bir gönül adamı olan, içinin “kitabından” konuşan (s.33) Cem Bey ile arka¬daşı Matemi Bey’dir. Onların söyledikleri şiir¬lerden esere yansıyanların biri şudur:
“Çü sensin âşık-ı maşuk, çü sensin tâlib-i matlûb
Haber ver gel nedir şâhım, murad olan bu gavgadan?” (s.30)
Yine bu sohbetlerde bir şair olarak yer alan Avni Bey de şiir dolu biridir. Fuzuli’den, Ne-dim’den şiirler okur. Nedim’in şu şiirini de Ad¬li, böyle bir toplantıda Avni Bey’den dinlemiştir:
“Rakkas, bu halet senin oynunda mıdır
Âşıkların günahı boynunda mıdır
Doymam şeb-i vaslına, şeb-i rûze gibi
Ey sîm beden, sabah koynunda mıdır.” (s.63)
“Âşıkım maşuk dilinden âleme saldım salâ
Can ü baş terk eyleyen merdâneler gelsin berû” (s.64).
beyti de yine bu toplantının müdavimle¬rinden Lütfi Bey tarafından söz arasına sıkıştı¬rılan şiirlerdendir.
Şiir, romanda bir başka yerde de bir hatırayı çağrıştırır. Bu, roman kahramanının arkadaşıyla ilgili bir hatırasıdır. Burada şiirin okunması ay¬nı zamanda bir musiki olarak da dikkatlere su¬nulmuştur. Onlar “ahenkli” bir sesle okunan bu şiiri “bir mûsikiyi dinler gibi” dinlemişlerdir. O mısralar şunlardır:
“Hakk’ı bilmeye geldim bunda bellû
Ne cennet ve hür ne rıdvâna geldim
Hakkı bildim ki âdem doğru yoldur
Anınçün azmedip insana geldim
Bu gün bil, gör Eşref Rûmî o yârı
Yarın deme ki vah peşîmâne geldim!” (s. 110)
Aynı şiirin bir hatırası da, edebiyat hocası Muallim Naci’nin, bu büyüleyici okuyuş üzeri¬ne olayı yine şiirle izah etmeyi tercih etmesidir.
“Katledersin tîg-ı şimşirinle cümle âlemi
Sonra istersin ki kûyin içre feryâd olmasın..” (s.111)
Böylece şiir bir hatıranın beraberinde esere girmiş olur.
Bazen de kahramanımız cereyan eden bir ola¬yın en güzel izahını şiirde bulur. Nitekim bir gö¬nül adamı olan Cem Bey’in karşısına sürekli aklı ve bilgiyi çıkaran Halemi Bey’in, onun gibi ola¬mamasını Fuzuli’nin şu beytiyle açıklar. Çün¬kü o;
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kîl ü kaal imiş ancak” diyememektedir. (s.134).
Her kültürün kendine göre bir şiiri vardır. Herkes sahip olduğu kültürün şiirini söyler. Bu romanda da farklı kültür ortamlarının şiirleriyle karşılaşmaktayız. Böylece bir kültür romanı özelliği taşıyan söz konusu eser, kültürün ayrı bir yönünü bize göstermeye çalışır. Adli, sütbabası Atıf Bey’le birlikte semai kahvelerine gider. Bu kahveler, külhanbeyiler arasında atışmaların tertip edildiği, manilerin söylendiği, bazen de kanlı doğuş sahnelerinin cereyan ettiği yerlerdir. Adli’nin gittiği bu semai kahvesi Yeşiltulumbalı külhanilerin mekânıdır. Onlar o akşam için ora¬ya Boğazkesenli gençleri davet etmişlerdir. Yeşiltulumbalı bir genç atışmayı şu dörtlükle açar:
“Uykum geldi esnerim
Yâri sinemde beslerim
Yedi türlü meyveyi
Bir mânide isterim.”
Boğazkesenli bir genç bu davete şu karşılığı verir:
“Elma, armut, şeftali,
Dalda biter zerdali
Nar tatlı, limon ekşi
Portakaldır bir eşi.” (s.165)
Ve atışmalar bu minval üzere devam eder.
Hat, eski bir süsleme sanatımız, eski bir tez¬yin unsurumuzdur. Romanlarda bazen güzel hatla yazılmış tablolar bir tefriş unsuru olma¬nın yanı sıra şiirleriyle de dikkatleri çekerler.
Özellikle kahramanının şiire yabancı olmadığı, eskiye hayranlığı ileri safhada bir genç olan bu romanda da böyle bir durumla karşılaşırız. Ad-li’nin büyükannesinin odası eski usulle döşen¬miştir ve duvarları hatlarla doludur. Adli’yi bu tablolar karşısında bir tanıtıcı olarak buluruz. Babasının Fransız dostlarına şark usulü döşen¬miş odayı büyük bir hayranlıkla izaha çalışır. Bu hatlardan biri, Yesari’nin nefis bir tâlîk yazısıyla yazılmış şu dörtlüktür:
“Aşkınla dolmuşum zühtünü yakmışım
Mest-i müdâm olmuşum çağırırım dost dost!
Mescid ü meyhanede, hanede, viranede,
Kabe’de, puthânede çağırırım dost dost!.” (s.193)
Bunun dışında Kazasker Mustafa İzzet Efen-di’nin iki hattı vardır. Bunlar Mesnevi’den se¬çilmiştir ve Farsça’dırlar. Bu hatlardan bir di¬ğeri de Ahmet Paşa’nın şu beyitidir:
“Kûyini görmekle dilde sakin olmaz şevk-i yâr
Kani olmaz cennet-i firdevse dîdâr isteyen.” (s,I94)
Şiirler bazen de bir gözlem sonunda yahut bi¬riyle konuşurken kendiliğinden dilin ucuna ge¬lir. Örneğin, Adli, babasıyla bir sohbet anında, biraz da onun edebiyata olan merakını bildiği için, geçen gün bîr kitapla hoşuma giden bir be¬yit okumuştum der ve şu beyti okur:
“Leylâ vü Mecnûn vakıfdır geldi müselsel, muttasıl
Meşrûtedir zencîr-i aşk dîvâneden dîvâneye..” (s.263)
Yine bir mesire yerinde, birbirinden uzak grupların bir mahremiyet anı yakalayabilmek için çırpındıklarını görünce şu beyit aklına gelir:
“Kış geldi firak açmadadır sineme yâre
Vuslat gene mi kaldı güzel, başka bahâre?” (s.284)
Şu mısralar da dile getirilememiş bir düşün¬cenin hayalen de olsa ifadesidir:
“Her şeye mahlûk gözüyle baksan ol mahlûk olur
Hak gözüyle bak ki bîşek nûr-İ yazdan andadır
Vahdeti kasrette bulmak, kesreti vahdette hem
Bir ilimdir ol ki, cümle ilm ü irfan andadır” (s.221)
Şiir bazen de bastırılamayan duyguların bir ifadesi olur. Dile getiremediği, söylemeğe cesa¬ret edemediği duygularını kişi şiirle ifade yolu¬nu seçer. Ele aldığımız romanda ise bu durum daha çok rubai tercümelerinin okunması olarak karşımıza çıkar. Adli, Mecbure’ye bir yakınlık duymaya başlayınca kendi halinin en güzel ifadesini şiirde bulur. Mesela Mecbure’nin elini tut¬tuğu bir anda, İşte bu tehlikeli dakikada:
“Agâh ol ey sâkî, şarapla dolu kâseyi ben âşıka sun ki
aşk evvel kolay göründü; lâkin ona tutulduktan sonra
ne kadar müşküller ve akabeler zuhur etti.”
di¬yen Hâfız-1 Şirâzî’nin sözleri aklına gelir ve “korkar”. (s.20l)
Romanda aynı yakınlık Mecbure’de de görül¬düğünden o da duygularını aynı yolla ifadeyi se¬çer. Birbirlerini eğlendirmek için karşılıklı ola¬rak kitap okurlar. Mecbure’nin, bir şey okuması isteği üzerine, Adli ona şu rubaiyi okur:
“İç gözü bende, yiğit ruhu bende, arslan yü¬reği bende.
Öyle iken senin aşkınla parlak bir zühre oldum.
Dedi ki:
Sen dîvâne değilsin, onun için bu eve lâyık de¬ğilsin. Hemen gittim dîvâne oldum; onun saç¬larıyla kendimi zincirlere vurdum..” (s.275)
Mecbure de Adli gibi okuya okuya şiire hay¬ran olmuştur. “O, sevdiği şiirleri, kendisinden umulmayan bir inşâd kudretiyle” okumaktadır. “Eskilerden Yûnus’un mavera rüzgârı getiren sı¬cak sesi, Nedîm’in kuvvetli, pervasız edası üs¬tünde sık sık durur, bilhassa Fuzûlî, coşkun ve dalga dalga hassasiyetiyle onu büyülerdi.” der. Adli onun için. Hasta olduğu bir gece, Mecbu¬re ona şu kıtayı okumuştur:
“Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Kande olsam ey perî, gönlüm senin yanındadır
Aşk derdiyle hoşum, el çek ilâcımdan tabîb
Kılma derman, kim helakim zehri dermânındadır.” (s.318)
Eserin sonlarına doğru da Adli’nin sevip say¬dığı Cem Bey’in kendisine yazdığı mektupla karşılaşırız. Niyazi Mısrî’nin şu mısraları da bu mektubun içindedir:
“Derdime derman arardım, derdim bana der¬man imiş
Aslıma burhan arardım aslım bana burhan imiş
Sağı solu gözler idim dost yüzün görsem deyû
Ben taşra arardım ol can içinde canan imiş.” (s.365)
Kendi iç muhasebesini yaparken de Cem Bey’¬in mektubunda yer alan şiirin son satırlarını ken¬disi için söyler.
“Kande gelür yolun senin, kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.” (s.367)
Eserde yer alan şiirleri, onların hangi haller¬de, hangi mekânlarda ve kimler tarafından söylendiğini böylece ortaya koymuş olduk. Şiirin eserde, daha çok bir ruh halini ifadeye yarayan metinler olarak yer aldığını söylemek büyük bir iddia olmaz. Çünkü eserde üzerinde durulan hu¬suslardan biri ruhî bir eğitimdir. Cem Bey’in de¬laletiyle Adli bir noktaya doğru sürüklenmek¬le, bir gönül adamı kişiliği kazanmaktadır. Di¬ğer taraftan beşeri bir aşk ilişkisinin varlığı da böyle bir oluşuma zemin hazırlamaktadır.
Dikkati çeken bir yön de şiirlerin seçildiği ede¬biyat dünyasıdır. Divan edebiyatı örnekleri sa¬yabileceğimiz metinlerin çokluğu, kültür bakı¬mından bir yakınlık kurma çabası olarak kabul edilebilir. Ayrıca Yunus Emre başta olmak üze¬re Eşrefoğlu Rumi, Mevlâna ve Niyazi Mısrî’nin şiirlerinin bulunması, tasavvufi bir yönün ifadesinde yardımcı unsur olarak yer almışlar¬dır diyebiliriz.
Son olarak şunu da ilave edelim: Eserde yer alan şiirler genelde bilinen ve tanınmış şairler¬den seçilmiştir. Kahraman bir şair değildir ve şiir söyleme gayreti içinde görülmez. Şiirlerin bir kısmının hangi şaire ait olduğunun belirtilme¬sini, onun bir öğrenci olmasına bağlamak sanı¬rını hata olmaz. Çünkü o bir çocuktur ve bir kültür dünyasının karşısındadır. Ondan bir şey¬ler kapmaya, o “nehrin suyunu” kendi tarafı¬na çevirmeye çalışmaktadır.
Türk Romanında Tarihimiz
Yaşar Mehmet KAYNAK
Öğ. Kd. Alb
Türk Tarihi, bilim adamlarımız tarafından detaylı bir şekilde ele alınıp incelenerek toplumumu¬zun yararına sunulmuştur. Tarihçilerimizin büyük gayretleri ile çok değişik yönleri aydınlığa kavuşan tarihimiz, ibret alınacak derslerle doludur. Tarihçi, bu tarihi olayların tümüne yaklaşırken ön yargısız olmalı, değerlendirme yaparken gerçek durumu yansıtmalı, ruhsal özelliklerini ise yansıtmamalıdır. Fakat bu ne dereceye kadar yapılıyor veya yapılabilir. Ne de olsa o da bir İn¬sandır, bazı şeylere meslekî görüşlerinin yanı sıra kendi kişisel hatta duygusal görüşlerini de katabi¬lir, istemeyerek de olsa seçme yoluna İtilebilir. Oysa tarihî olaylar toplumun ortak gerçeğidir ve bunun da değişmez olduğunun unutulmaması gerekir. Bundan dolayı tarihçinin bize, geçmişi tüm gerçekliğiyle tanıtması şarttır.
Tarihini bilmeyen insanlar bulundukları dönemin ve daha sonraki dönemlerin muhasebesini ya¬pamazlar. Bu nedenle Tarih tekerrürden ibarettir” ve ona yanıt olarak verilen “Ders alınsaydı te¬kerrür etmezdi’ sözü söylenmiştir. Bu sözlerde her zaman gerçek payı vardır. Her şeyin geçip gittiği, durmadan değiştiği bir dünyada tarihi değiştirmemiz mümkün değildir, ama ondan ders almamız mümkündür.
Çağlar boyu devam eden bir tarihimiz olmasına rağmen onu sağlıklı olarak anlamamış, anlata¬mamış ve yeni kuşaklara bütün çarpıcılığı ile yansıtamamışızdır. Çok kısa tarihi olan uluslar, geçirmiş oldukları devirleri debdebeli bir şekilde anlatıp onları sanat eserlerine yansıtarak geçmişlerini ayakta tutmuşlardır. Bu sayede toplumlarına sanatsal yönden tarihlerini çok güzel aktarmışlar. tanıtmışlardır. Tarihte biz olayları konuşuruz, sanat eserinde ise olay kendini konuşturur. Tarih eseri, geçmişte olanları anlatırken sanat eseri, olabilecekleri de anlatabilir. Bu nedenle tarihî olay¬larımızın sanat eseri olarak ortaya konulan ürünlerini görmeli, okumalı kısaca tanımalıyız.
Tarihî olaylar sanat eseri olarak roman, tiyatro ve sinema gibi çeşitli sanat dallarında topluma aktarılmaya çalışılmıştır. Ben de bu yazımda, tarihimizi romanlara aksettiren yazarlarımız ve onların güçlü eserlerinden seçmelere örneklerle yer vereceğim. Seçme, aslında bir zevk işidir, değer yargılan kişiden kişiye değişebilir fakat, ölçü ve yargı kendi tarihimizle ilgili olduğu için “seçmeciliği” tatlı bir üslûp içinde vermeye çalışacağım. Genelde ağırlık. Osmanlıların son dönemi ile Kurtuluş Savaşı gibi konuları içeren romanlardan oluşuyor. Ekserlerde, onları meydana getiren yazarlarımızla, romandaki kişilerin üstün cesaret, bilgelik, yaratıcılık, liderlik ve vatan sevgisini doya doya okuyup tarihimizi yeni baştan yaşayıp mutlu tablolarla haz duyacağız. Tarihimizdeki yaşanmış olayları canlı olarak güzel bir anlatımla sergileyen bu eserler, okunduğu zaman kültür ve tarih zenginliğimizi artıracaktır.
Roman tanıtımımıza Ömer Seyfettin’le başlayalım;
Ömer Seyfettin özellikle hikâyelerinde Türk kahramanlığını ele alır ve onları çok güzel inceleyip toplumun mim duygularını kamçılar. Onun en güzel romanlarından birisi ‘Efruz Beydir. Efruz Bey, 1908′den Birinci Dünya Savaşı ortalarına kadarki devrin romanıdır. Romanın kahramanı Efruz Bey. mevki ve ün düşkünü olan, 1908′de Meşrutiyet ilân edildiği gün “yaşasın hürriyet” diye bağırıp arkasına binlerce halk topluluğunu takan enteresan bir tip olarak verilir. Yakup Kadri, Osmanlı döneminin Piyade Teğmeni Ömer Seyrettin için “İzmir’in daracık irfan muhitinden epeyce şöhretli bir muharrir” (1) diyerek ona övgü yağdırır.
Osmanlı dönemini ele alan diğer eserlerden biri de “İstanbul’un İçyüzü” adlı romandır. Refik Halit Karay bu romanında 11. Abdülhamit devrinden Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar geçen devri, çeşitli insanları, gelenekleri, görenekleri ve devrin tarihsel gelişmelerini dile getirir. Yine bu dönemi yansıtan diğer bir roman da Mithat Cemal Kuntay tarafından yazılan “Üç İstanbul’dur. Bu romanda II. Abdülhamit Devri ile Meşrutiyet ve mütareke devirleri bütün çıplaklığı ile anlatılmaktadır. Üç devrin toplumsal yapısı çizilmeye çalışılmış. İmparatorluğun çöküş yıllarında özellikle toplumun ahlâk bozukluğu dile getirilmiştir.
Kurtuluş Savaşımızı eserleriyle en güzel Halide Edip Adıvar yansıtır. İlk Türk kadın profesörümüz olan Halide Edip Adıvar yansıtır. İlk Türk kadın profesörümüz olan Halide Edip’in mütareke ve Kur¬tuluş Savaşı günleri, yaşamının en kargaşalı ve kahramanlıklarla dolu günleridir. İzmir’in Yunanlılarca işgali üzerine yaptığı Fatih ve Sultanahmet mitinglerinde unutulmaz konuşmaları ile İstanbul halkını coşturan Halide Edip, Divan-ı Harp karan ile idama mahkûm edildikten sonra eşiyle Anadolu’ya kaçmıştır. Sakarya ve Dumlupınar Meydan Savaşlarında bulunmuş, ortalama 60 yıllık yazı haya¬tında ise dolu dolu eserler vermiştir.
Onun Türk”ün Ateşle İmtihanı, Vurun Kahpeye ve Ateşten Gömlek” adlı romanları. İstiklal Savaşı yıllarını, bu savaşlarda Türk halkının haklı davasını, bütün bir halkın şeref ve namus mücadelesini, Yunan zulmünü çok güzel anlatır. Aşk sorununun aşıldığı bu eserlerde da yüceltilmiş kadın kahramanlar yerlerini korur.
Şunu Özellikle belirtmek gerekir. Ateşten Gömlek Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan romanların ilki ve hala da en güzelidir. İki ay gibi çok kısa bir zamanda yazılan esere “Anadolu romanı”da diyebili¬riz.
Edebiyatımızın diğer büyük ustalarından biri de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Saymakla bit¬meyecek kadar güzel eserler veren Yakup Kadri, “Milli Savaş Hikâyeleri” ve “Yaban” romanı ile vatanını Anadolu’da bulmuş ve bu roman serileriyle hep o toprağı dile getirmiştir. Kurtuluştan sonra Anadolu’ya bağlı bir milli edebiyatın öncüsü olmuş yaşamı boyunca hep bu sanatı savun¬muştur.
Yazar, “Yaban” romanını. Kurtuluş Savaşı sıralarında Porsuk çayı kıyısındaki bir Anadolu köyüne yerleşen Ahmet Celalin anı defteri olarak sunar. Kurtuluş Savaşı içinde bir Türk köyünün bu kadar güzel tanıtıldığı Yaban romanı için Yakup Kadri, “O çölde bir feryattır” (2) der.
Sodom ve Gomore (3) adlı eserini Kurtuluş Savaşı günlerinde yazdı. Yazar İstanbul işgal altın¬dayken oradaki ahlâksızlıkları, Tevrat’ta geçen Sodom ve Gomore adlı iki büyük Filistin diyarının türlü ahlâk bozuklukları ile aynı paralelde görerek yazdı. Bu eserde iyilerle kötülerin, haklı ile haksızın, umutlu ile umutsuzun ve geleceğe güvenle bakan insanların durumu çok güzel anlatılmakta. İstanbul’un o günkü hâli bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir.
Yakup Kadri’nin Meşrutiyet devrini bütün çarpıcılığı ile dile getiren bir solukta okuyup ders alınacak güçlü ve ölümsüz bir eseri de “Hüküm Gecesi”dir. Yazar, siyasî roman diye nitelediği bu eserinde yeni bir roman tekniği denemiş ve ilk kez röportaj türünü romana uygulamıştır.
Diğer bir güçlü yazarımız olan Reşat Nuri Güntekin, güzel anlatımı ve sevimli roman kahraman¬ları ile Türk okuyucularının çok sevdiği bir yazardır. Çok verimli eserler veren Reşat Nuri on beş kadar roman, dört cilt hikâye, yirmiyi aşkın tiyatro eseri yazmıştır. Onun eserlerinden bizim başlığımıza en yakın romanı “Çalıkuşu”‘dur. Bu roman millî kurtuluş çağı ile cumhuriyet gençlerinin rüyası, ideali olmuş ve yazarın ününü artırmıştır.
Çalıkuşu adlı eserinde Reşat Nuri, Kurtuluş Savaşında Anadolu’nun Bursa, Çanakkale, İzmir, Kuşadası gibi değişik yörelerinin insanlarını gelenekleriyle ele alır. Bu roman birçok nitelikleri ile cum¬huriyetin ilk yıllarında yoksul Anadolu’yu yüceltip kalkındırmak isteyen yeni okumuşlar kuşağına bir Öncü ve yol gösterici olmuştur. Reşat Nuri Cumhuriyet dönemi toplumunun kahraman saydığı öğretmen tipi üzerinde özellikle durmuştur. Onlar, güçlüklerle boğuşmayı göze alan mücadeleci ve sevimli İnsan tipleridir.
Bu arada Aka Gündüz’ün “Dikmen Yıldızı” adlı romanını anmadan geçemeyeceğiz. (4) Dikmen Yıldızı adlı roman kahramanının. Ankara’ya Kurtuluş Savaşı yıllarında İzmir Karşıyaka’dan gelişi ve gelirken yollarda verdiği amansız mücadeleyi ve bir hava subayına olan temiz aşkını anlatır. O za¬manki Ankara’nın Dikmen’ini ve Eskişehir, Aydın, Kütahya gibi yerlerdeki Kurtuluş Savaşı mücadelesini çok güzel, akıcı bir dille anlatır.
Kurtuluş Savaşımızı, en güzel yansıtan eserlerden biri de Bekir Büyükarkınm yazdığı “Bozkırda Sabah”tır. (5) Yazar, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın romanı dediği bu eserini yazmak için iki yıl uğraşmış, ayrıca savaşın geçtiği her yeri gezmiştir. Roman, savaş sonu yıllarının bezginliğini, Türk Kurtuluş Savaşı’nın çeşitli yönlerini, yalnızlığın derin boşluğunu ve iradenin zaferini aşağıdaki cümlelerde olduğu gibi dile getiriyor.
“Bitmiyordu savaşın yapıldığı yerler, İnönüler. Afyonlar. Aydınlar, binlerce kilometre. Geride ise Ankara vardı. Ankara bir bozkırdı. Orada Kalaba’da bir adam Ayaş sırtlarından gelen tüfek seslerini dinleye dinleye yalnızlığın buruk acısını, iradenin çırpınışını tadıyordu.” (6)
Kurtuluş Savaşımızı en güzel yansıtan eserlerin yazarlarından birisi de Samim Kocagöz’dür. Onun “Kalpaklılar ve Doludizgin” romanları Kurtuluş Savaşımızın çarpıcı Örneklerini gözler önüne serer. Kalpaklılar Kurtuluş Savaşı’nın ilk örgütlenmeye başladığı dönemleri anlatır. Olay İzmir’in işgali İle başlar. Damat Ferit Paşaya bağlı güçlerin Gerede ve Düzce’deki başkaldırmalarını içine alır. Ro¬manda yaşamış savaşçıları görürüz. Hasan Tahsin Recep, Yörük Ali Efe, Münir Hüsrev, Telgrafçı Hamdi gibi. Doludizginde ise I. ve II. İnönü, Dumlupınar, Sakarya savaşları bütünüyle verilmeye çalışılır.
Türk Tarihini ve özellikle Kurtuluş Savaşımızı en güzel eserleriyle süsleyen güçlü yazar¬larımızdan olan Kemal Tahir (Demir), sosyal gerçekçi romanın en kuvvetli temsilcisidir. Kurtuluş Savaşı romanlarında faziletli, yapıcı ve savaşçı kişileri ele alır. Bunlar öğretmen, subay, aydın ve ga¬zeteci tipleridir.
Devlet Ana’da Osmanlıların devlet oluşlarını çok güzel bir dille tarihi gerçeklere dayanarak anlatıyor. Bu dev eser, bir çırpıda okuyacağımız ve dilimizden düşüremeyeceğimiz çok güçlü bir ro¬mandır. Yazar bu romanı için şöyle der:
Türkiye, batıdakine benzemeyen bir toplumdur. Anadolu İnsanı batılıların geçirdiği tarihsel aşamalara uğramamıştır. Bu sebeple dünya görüşleri, olaylar karşısındaki davranışları batılılara ben¬zemeyen insanların romanı da gerek biçim gerekse Öz bakımından değişik olmak zorundadır. Tari-hinde büyük devletler kurmuş, bunları çağların yaygın toplumsal şartlarına zorlayan üstün yete¬nekleri ile yaşatmış Türk insanı, en ileri batı toplumları kişileri kadar derin, geniş, zengin iç dünyalara sahiptir.(7) Yazarın, “Yorgun Savaşçı” adlı eserinde, Osmanlı toprak düzeni ve devletçiliği hakkında enteresan ve ilgi çekici görüşleri vardır. Fikirlerini bazen Dr. Münir bazen de Halil Paşa gibi itti¬hatçılara söyletir. Bu romanda Dr. Münir gibi iyi düşünen, uzağı gören fakat aksiyona geçemeyen insanlar olduğu gibi; Cehennem Yüzbaşı gibi savaşmaya ve memleketi kurtarmaya hazır bir eğitimde yetişmiş. Balkan Harbi. Büyük Harp ve İstiklal Savaşı’nda pişmiş askerler de vardır. Kurtu¬luş Savaşı öylesine zor koşullar altında yapılmıştır ki nice bunalımlardan çıkmamıza yol gösterici olabilir. Yorgun Savaşçı, zaman zaman açıp bir şeyler öğrenmek, yeni bir güç almak isteyeceğimiz nitelikte, zevkle ve beğeni ile okunacak bir kitaptır.
Onun diğer güçlü bir eserı İse “Kurt Kanunu”dur. Kemal Tahir bu eserinde “İzmir Suikastı” gibi son derece buhranlı bir devrenin, gerçekten büyük tehlikeler İçinde kıstırılmış insanlarının dramını anlatmaktadır. Kurt Kanunu’ndaki çeşitli, sosyal ve siyasi gruplara bağlı kişiler de gerçek kişilerdir. (8)
Kemal Tahir kitabın girişine şöyle bir başlık etmiş “Kurtlukta düşeni yemek kanundur.” Baştan sona nefes keserek okunacak düzeydeki eserde, güç ve buhranlı bir devrede yaşayan insanların, bu kanunlar içindeki mücadelesi, yakın tarihimize ışık tutmaktır.
Kurtuluş Savaşımızı yansıtan eserlere damgasını vuran en güçlü yazarlarımızdan Hasan İzzet Dimano’nun sekiz ciltlik dev eseri “Kutsal İsyan” Türk insanının büyük ve çağdaş bir kurtuluş des¬tanıdır.
Bu eser salt tarihî bir roman değil, dış düşmanlarla iç düşmanların el ele vererek özgürlüğünü boğmaya çalışanlara karşı Türk milletinin açtığı kanlı ve mutlu bir öyküdür. (9)
Hasan İzzet Dinamo’nun diğer İki güçlü romanı ise “Savaş ve Açlar” ile “Ateş Yılları’dır. Yazar, Savaş ve Açlar’da. dövüşen askerlerin geride kalan çoluk çocuğunun savaş ağalan tarafından sömürülüşünü, onların açlık ve sefaletini, kendi yaşamından yola çıkarak anlatıyor. (10)
Ateş Yılları romanında ise millî Kurtuluş Savaşında geçen olaylar ele alınmakta, bu dönemde emperyalizmin küçük insanlara çektirdiği acılar dile getirilmektedir. (11) Her iki eser de sıkılmadan ve elden bırakılmadan zevkle okunacak ve ibret alınacak güçlü birer şaheserdir.
Millî Mücadele yıllarını değişik bir ortamda ele alıp inceleyen diğer güçlü bir eser de “Yüzbaşı Selahattin”dir. İlhan Selçuk bu eserinde bir kişinin değil bir kuşağın sorunlarını dile getiriyor. Bu eser yıkılan imparatorluğun yerine Turan imparatorluğunu koymak isteyen, ama bu düşsel serüvenin peşinde yenilgiye uğradıktan sonra Anadolu’da ulusal gerçekçiliğe dönüşün romanıdır. “(12)
Son dönemlerin en güzel romanlarından birisi de ‘Küçük Ağa’dır.(13) Tarık Buğra’nın bu romanında, İstanbullu Hoca’nın, yirmi bir yaşındayken gelip yerleştiği Akşehir’de cihat geleneğinden kopması, millî mücadeleye karşı direnişi, kendini olaylara kaptırarak çetelere katılışı, kısaca eski kişiliğinden koparak “Küçük Ağa” hâline gelişi anlatılırken, Kuvâ-yı Milliye hareketlerinin de bazı bilinmeyen köşelerine ışık tutuşu çok anlamlıdır.
Eser, Akşehir ve çevresindeki Kuva-yı Milliye ortamını ve Anadolu’nun bütün iç ve dış zıtlıklarını, çatışmaları ve Kurtuluş Savaşı’nın hazırlanışı çok güzel canlandırmaktadır.
Örneklerle vermeye çalıştığımız “Türk romanında tarihimiz”, ağırlıklı olarak Kurtuluş Savaşı ile ilgili eserlerden oluşmaktadır. Zaten daha öncelere gittiğimizde elimize geçen başka malzeme yok gibi. Tabiî biz seçmelerimizi kalemlerimize takılanlardan aldık. Bunun yanında daha birçok tarihî romanımız vardır. Verdiğimiz örneklerle de biraz olsun tarih bilincini yaşatmaya çalıştık.
Tarih bilinci “maziperest” olmayı gerektirmez. Geçmişe dönüş bir geriye sığınma olmamalıdır. Ölüler arasında dolaşırken sağ olduğumuzu unutursak bir anlamda ölmüş oluruz. Bizim geçmişte yaşamamız değil, geçmişin bizde yaşaması gerekir. “(14)
Bu arada buraya almadığımız fakat Kurtuluş Savaşımızla İlgili diğer bazı eserları sıralayarak konu¬muzu bitiriyoruz.
Peyami Safâ – Süngülerin Gölgesinde
Ercüment Ekrem – Kan ve İman
Mehmet Rauf – Halâs
Burhan Cahit – İzmir’in Komanı
Oğuz Özdeş – Dağ Başını Duman Almış
Talip Apaydın – Toz Duman İçinde
Atilla ilhan – Sırtlan Payı
Fikret Ant – Küçük Fedailer
—————————————————————————————-
DİPNOTLAR
(1) Ahmet Kabaklı; Türk Edebiyatı, c. 3. İstanbul. Türk Edebiyatı Yayınları, s. 82.
(2) Cevdet Kudret; Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, c. 2. İstanbul. Varlık Yayınları, 1965. s. 155
(3) Yakup Kadri Karaosmanoğlu; Sodom ve Gomore. Ankara. Bilgi Yayın evi. 1966.
(4) Aka Gündüz: Dikmen Yıldızı, İstanbul. Toker Yayınları. 1974,
(5) Bekir Büyükarkın; Bozkırda Sabah, İstanbul. Halwn Yayın Evi, 1969.
(6) Bekir Büyükarkın; Bozkırda Sabah, İstanbul. Hakan Yayın Evi, 1969. Önsöz,
(7) Kemal Tahir; Devlet Ana, Ankara Bilgi Yayın Evi, 1967, Arka Kapak.
(8) Kemal Tahir; Kur! Kanunu. Ankara Btlgl Yayın Evi. 1969. Arka kapak.
(9) Hasan izzet Dinamo; Kutsal isyan, İstanbul. May Yayınları, 1969. İkinci Baskı.
(10) Hasan izzet Dînamo; Savaş ve Açlar. İstanbul, May Yayınları. 1968.
(11) Hasan izzet Dinamo; Ateş Yılları İstanbul, May Yayınları. I968.
(12) ilhan Selçuk; Yüzbaşı Selahattin. İstanbul, Remzi Kitap Evi. 1975.
(13) Tarık Buğra; Küçük Ağa. Ankara. Bilgi Yayın Evi. 1974.
(14) Sebahattin Eyüboğlu; Mavi ve Kara, İstanbul Can Yayınları. 1962.
Silâhlı Kuvvetler Dergisi’nden alınmıştır.

Stumble
Delicious
Technorati
Twitter
Facebook
Yahoo
Feed

0 yorum:

Yorum Gönder

"Yorumlarınız Bizim İcin Degerlidir."
Yorumlarınız da;
1- Teşekkür Etmekten ya da Soru Sormaktan Çekinmeyin.
2- Türkçemizi en güzel şekilde kullanarak yorum yapacağınıza inancımız sonsuzdur.
3- Sorularınız cevapsız kalmayacaktır. Sayfa adresini unutmayın, yeter.
4- Nezaket sahibi biri olduğunuz burdan belli oluyor Yorumlarınızda da bunu görmek isteriz.
5-Herhangi bir yere üyeliğiniz yoksa Anonim'i Seçiniz.
İlginiz İcin Tesekkür Ederiz. MaviinciR

© Tüm Hakları Saklıdır.
DMCA.com
Bu websitesi DMCA Protection ile lisanslanmıştır.
Yazılar kaynak belirtilmeden kesinlikle kullanılamaz.

Sayac

© Copyright 2009-2012 designed by www.maviincir.blogspot.com Tüm hakları saklıdır.
Maviincirblog,Bilgi,Haber,Yorum içerikli,WeB,Paylaşım,Kültür-Sanat vb.Yazıları içerisinde barındıran geniş çaplı bir kisisel blog paylasım sitesidir.
Email